Gençlere değer katacak içeriklere Google Haberler'den abone olmak ister misiniz?.Google Haberlere Abone Ol. Gençliğe değer katma arzusuyla..
Bu yazımda sizlere İslam felsefesinin doğuşu hakkında bilgilendirme, İslam dininde görünen ama bazı kesimlerinin gözlerini kapattığı tarafını açıklamaya, bilim felsefesinin İslam’da ne kadar önem arz ettiğini anlatmaya vesile olacağım. Ramazan ayının yaklaşmasıyla birlikte güzel bir konu olacağını düşünmekteyim. İslam dinine mensup olmayan veya olan kişilerin İslam’ı Felsefe açısından ne gibi uğraşların olduğunu öğreneceklerdir. Bazı toplumdaki bireylerin özellikle güç unsuru elinde tutanlar İslam dinini kendi açılarından yanlış yorumladıkları için toplum gereği çoğu kişilerinin de ‘’din’’ konusunda hassasiyetli davranıp her şeyi araştırmadan ‘’evet bu doğru’’ demesi tabii ki de trajedi yaratması kaçınılmazdır. Toplum doğal olarak kitaptan ziyade birilerinin konuşmalarını daha cazip görürler. Bundan dolayı Toplumun düşüncesi başkalarının düşüncesi oluyor.
İslam coğrafyasında filozoflar çıkmıştır. Bazıları Türk/İslam filozoflarına karşı çıkmış ama çoğu kesimde desteklemiştir. Kutsal kitap olan Kur’an-ı Kerim’in içeriğinde Bilim-felsefesine yönelik açıklamaları olduğunu içten bir şekilde söyleyebilirim. Maalesef Dünya ülkelerinde ve kendi ülkemizi de sayarsak İslam dinine karşı bir dinamik olduğunu kitle iletişimlerde görmekteyiz. Bu da okumadığımız için kaynaklanmaktadır ya da okuyup bazı şahısların topluma yanlış fetva vererek ‘’din’’ kavramının dogmatik olduğunu gösterme çabalarından dolayı bazı toplum bireylerin dinden uzaklaştırmalarını sağlamaktadırlar. İlginçtir ki herkes kendi çıkarına göre yanlış fetva vererek ilim/irfan sahibi olduklarını zannetmesi garip ama maalesef bilgiyi hiçliğe attıklarının farkında değillerdir. Bu da bireyleri olumsuz etkilemektedir. Batı’nın ortaya çıkardığı felsefe aslında İslam felsefesinde daha fazla ilerlediğini göreceğiz. Orta Çağ filozofların, İslam filozoflarını iyi/kötü eleştirseler bile İslam filozoflarını hayranlıkla okuduğunu ve düşüncelerinde İslam felsefesinin bilim-felsefesine yönelik açıklamalarını kesinlikle göreceksiniz. ‘’İslam Felsefesi’’ İslam coğrafyasında düşünsel bilimi zenginleştirmiştir.
İslam Felsefesinin Ortaya Çıkışı
Sizleri 8-13.yüzyıllar arasındaki İslam dünyasında ilk özgün ve olgun ürünlerinin ortaya çıktığı bir döneme götüreceğim. Bizim ilk başta öğreneceğimiz şey ise ‘’Felsefe’’ alanın doğuşunu sağlayan, düşünce hareketi olan Kelam’dan söz etmek gerekir. Bu hareketin geçmişi, ilgi alanına giren problemler bakımından sahabeler devrine kadar götürülebilirse de konusu, amacı ve yöntemi belli bağımsız bir disiplin haline gelmesi, yüz elli yıllık bir sürecin sonunda Abbasi halifesi Harunürreşid(786-809) döneminde gerçekleşmiştir.
Bir düşünce hareketi olarak doğan kelam’ın gelişmesinde elbette İslam toplumunun karşılaştığı dini, sosyal ve toplumsal problemlere dayanan iç sebeplerin yanı sıra başka din, düşünce kültürlerle karşılaşmasıyla ilgili dış sebeplerin etkisi söz konusudur. İslam coğrafyasının genişlemesi ve nüfus İslam dinine geçişinin hızlanmasıyla birlikte doğru açıklamalar için çalışmalar gerçekleşmiştir. İlk anlaşılan manaları bakımından birbiriyle çelişir gibi göründüğü için ‘’müteşâbih’’ olarak adlandırılan dini metinlerin doğru anlaşılmasına dönük çabalar çeşitli konularda farklı görüş ve anlayışların ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştur. Diğer yandan ise Kur’an-ı Kerim de pek çok ayetinde insan hem kendi beden ve ruhları üzerinde hem diğer varlık ve olaylar üzerinde gözlem yapmaya, olup biteni anlayıp anlamlandırmaya, düşünüp yorumlamaya çağrılır. İnsanın sahip olduğu duyu, duygu ve akıl gücünü kullanarak doğruyu ulaşılabileceğini söyleyen İslam dini, buna karşılık sırf atalarından öğrenildiği için herhangi bir inceleme, değerlendirme ve temellendirme yapmaksızın taklit edilen bilgilerle hak inanç doğru davranışa ulaşılamayacağını ısrarla vurgular.
İslam felsefesi başlangıçtan Gazzali’ye gelinceye kadar akıl yürütme ve çıkarım yapmada İslam hukukçuların fıkhî kıyası, teolojik tartışmalarda ise cedeli(diyalektiği) yöntem olarak kullanan kelamcılar, Gazzali’nin sözü olan ‘’Mantık bilmeyenin bilgisine güvenilmez’’ sloganıyla mantığı genel-geçer bir yöntem konumuna yerleştirmesinden sonra Aristoteles mantığından büyük ölçüde yararlanmaya başlanmıştır. Bunun içinde örnek verebilirim; ‘’Muallim Evvel’’ (ilk hoca) Aristoteles olarak sayılır ve ondan sonra gelen ise mantık konusunda Bağdat’ta Nesturi Hıristiyan olan mütercim ve yorumcu olan Ebû Bişr Matta b. Yunus’tan mantık dersi alarak üstün başarılarından dolayı Farabi’ye ‘’Muallim Sani’’ (İkinci Hoca) unvanı verilmiştir. Konuya dönecek olursak kullandıkları yöntemin farklı oluşu ile nedeniyle Gazzali’den önceki kelamcılar mütekaddîmin/öncekiler, Gazzali’den sonraki kelamcılara ise mütahhirîn/sonrakiler şeklinde anılmaktadırlar.
Kelamcılar uğraştıkları konulara geri dönersek eğer, yaptıkları çalışmalar neticesinde aslında epistemolojik kavramını daha önceden kelamcıların kullandığı görülmektir. Kelam kitaplarının ilk bölümü incelenmeye başlanmıştır. 1.) sağlıklı çalışan duyular, 2.)yöntemlice işletilen akıl ve 3.) nesnesiyle örtüşen/uyumlu doğru haber olmak üzere üç güvenilir bilgi kaynağı vardır. Aklın bilgini kaynağını oluşunu açıklarken apiori bilgiyi ‘’bedihiyyat/apaçık’’, ‘’evveliyat/önsel’’ ve ‘’zaruriyyat/zorunlu’’terimleriyle ifade eden kelamcılar ‘’nazar’’ adını verdikleri akıl yürütmenin ‘’ta’lîl/tümdengelim ve istikrâ/tümevarım olmak üzere iki şeklinden söz ederler. Kelamcıların üçüncü güvenilir bilgi kaynağı olarak gördükleri ‘’sadık/doğru haber’in de ‘’mütevâtir haber’’ ve ‘’ilahi vahiy’’ olmak üzere iki türü vardır. A.) Mütevâtir haber; insanları kandırmak adına sözbirliği oluşturmayacak sayıdaki insanın aynı konuda ortaklaşa verdiği bilgi olup tarih boyutu ve niteliği bulunan bütün bilimlerin ürettiği bilgiler bu türdendir. B.) Peygamberlerin ilahi kaynaktan ‘’vahiy’’ denilen özel bir yolla alıp insanlarla aktardıkları bilgiler de doğru haber sayılır. Kelamcılar konusunu bitirecek olursak eğer onların sayesinde İslam felsefesi disiplinin geliştiği söylemek doğru olacaktır.
İslam Dünyasında Tercüme Hareketliliğin Yükselişi
Kelam ve tasavvufun ortaya çıkışıyla paralellik gösteren bir diğer gelişme ise ‘’tercüme hareketi’’nin İslam felsefesinin yükselişi tercüme hareketliliğin payı fazlasıyla vardır. Fetihler neticesinde öğrenilen yeni kültürlerin merakıyla birlikte çalışmaları özenli bir şekilde İslam coğrafyasında incelenmeye başlanmıştır. Helen, İran ve Hint ve daha başka kültürlerin merak ve ilgiyle Bilim, Tıp, Felsefe, Matematik, Mantık, Fizik, Astronomi ve Metafizik disiplinlerinin araştırılmasıyla İslam dünyasında altın çağ başlamıştır. Bu bilimsel çalışmaları Arapça’ya tercüme edilerek İslam dini ile taşınacak olanlar için de bir imkân olacaktı. İlk başta Emevi prenslerinden Halid b. Yezid b. Muaviye’nin Grekçe ve Koptçadan tıp, astronomi, kimyaya/simyaya dair bazı eserleri İskenderiyeli rahiplerden Staphon ve Maraianos’a tercüme ettirmesidir. Aslında bundan önce Emevi halifesi Mervan b. Hakem(684-685) daha sonra da Ömer b. Abdülaziz (717-720) dönemlerinde çeşitli tercümelerin yapıldığı bilinmekte ise de bunların toplumun ihtiyacı dikkate alınarak yapılan tıp kitaplarıyla sınırlı kalan girişimlerdir. İkinci Abbasi Halifesi Mansur(754-775) dönemine gelindiğine çok farklı uğraşlar olacaktı. Bir taraftan tercüme hareketliliğin hızlandırılması diğer yandan devlet politikası hızlandırılmıştır. Bu gelişmede Mansur’un dini ilimler ve edebiyat dışında mantık, felsefe, matematik, geometri, astronomi ve tıp gibi akıl ve tecrübeye dayalı ilimlere karşı duyduğu özel ilgi önemli bir etken olmalıdır. Bu dönemde tercüme edilen Aristo’nun ‘’Organon’’unun ilk üç kitabını da bulunduğu çok sayıda eser için sarayda Hizânetü’l Hikme (Felsefe Kitaplığı) adı verilen bir bölüm oluşturulmuştu. Çok sayıda telif eserler çoğalmasıyla Hizânetü’l Hikme sığmamış ve nihayet Halife Me’mun (809-833) döneminde herkesin bildiği üzere Beytülhikme (Felsefe Evi) kurumsallaşmıştır. Bütün çalışmalar için yapılan harcamalar ve sarf edilen emekler bereketli hale gelmiş ve Antik ve Helenistik dönemin felsefe birikimi daha çok Yunanca ve Süryaniceden hareketle Arapçaya aktarılmıştır. İslam dünyasının ilk filozofu olan Kindi de bu kadro için yetişmiştir. Beş yüz yıla aşkın bir süre boyunca önemli kaynak yeri işlevini koruyan bu önemli ilim ve kültür merkezi 1258 yılında Moğol istilasında yakılıp yakılmıştır. Bu olumsuz olaylar olmasaydı belki de kaç milyonlarca risaleler, kitaplar görecektik… İslam Felsefesi disiplini tercüme hareketiyle İslam dünyası altın çağ yaşamıştır.
İslam Dünyasında Ekollerin Ortaya Çıkması
İslam düşüncesinin Grek felsefe ekolleri arasından ilk tanıştığı ekol ve akımlar Yeni Eflatunculuk, Yeni Pisagorculuk ve Hermetik din felsesi olmuştur. Yani Aristo keşfedilmeden önce İslam Felsefesi Yunan felsefesinin hermetik, gnostik ve mistik ağır basan akımlar olmuştur.
Halife Me’mun dönemine tekrardan dönme durumumuz varsa en önemli olay onun zamanında İslam filozofu yetişenler için önemli birisi olan Aristoteles’in keşfedilmesiydi. İlginçtir ki Halife Me’mun rüyasında Aristoteles gördüğünü anlatan Cabiri’nin aktarımına göre İbnü’n-Nedim el-fihrist adlı eserinde bu konu geçmektedir. Rüyasında geçen konuşmaları Cabiri’den sizlere aktarmak isterim;
Me’mun rüyasında hafifçe kızıla çalan beyaz tenli, geniş yüzlü, bitişik kaşlı, saçları dökülmüş, ela gözlü ve fiziği düzgün yaşlı bir adam gördü. Yaşlı adam, Me’mun’un yatağının üstünde oturuyordu. Me’mun şöyle der: “Onun huzurundayken karşısında ezildiğimi hissettim ve ‘Sen kimsin?’ diye sordum. O: ‘Ben Aristo’yum’ dedi. Buna çok sevindim ve şöyle dedim: “Ey filozof, sana soru sorabilir miyim?” “Sor” dedi. “Hüsn (iyilik güzellik) nedir?” diye sordum. “Akılda iyi ve güzel olan” dedi. “Sonra nedir?” diye sordum. “Şeriatta iyi ve güzel olandır” dedi. “Sonra nedir?” diye sorduğumda “Çoğunluğun nezdinde iyi ve güzel olandır” dedi. “Sonra nedir?” dediğimde “Sonra, sonra yoktur” dedi.
Aristo’nun kitaplarının çevrilmesinde bu rüyanın büyük rolü olmuştu. Me’mun, Roma imparatoruyla yazışıyordu. Bu rüyadan sonra ondan yardım isteyerek, Roma’nın sahip olduğu eski ilimlere ait kitaplardan bir derlemeyi göndermesini rica etti. Roma imparatoru bir süre tereddüt ettikten sonra onun bu isteğini yerine getirdi.”
Dehriyye Ekolü
Bu ekolün düşüncesinde âlemin ezeli olduğu, bundan dolayı yaratıcının olmadığını söylemiştir. Dehriyye adını, ‘’başlangıcı ve sonu olmayan zaman’’ anlamındaki ‘’derh’’ kelimesinden alan materyalist ve ateist bir ekoldür. ‘’Ölürüz yaşarız, bizi ancak zaman(dehr) helâk eder.’’ 8.yüzyıldan itibaren daha çok eski İran kültürüne bağlı olup Maniheist inançları yaşatmak isteyen entelektüeller ile Brahamanizm’den etkilenerek peygamberlik ve din kurumunu reddeden çevrelerde ilgi gören derh ekolü felsefeye ilgi duyan tabipler ve bilginler de olmuştur.
Dehr felsefesinin İslam düşünce tarihindeki en dikkat çeken temsilcisi İbn’ür-Ravendî’dir. Ki-tabü’t Tâc ve ez-Zümürrüd adlı eserinde âlemin ezeli olduğunu ve onun ötesinde manevi de olsa hiçbir varlığın bulunmadığını savunan Ravendi, insanın akıldan başka bir kılavuza ihtiyaç olmadığı iddiasıyla peygamberlik, mucize din ve ibadetlerin anlamsız gereksiz olduğunu ileri sürmüştür. Şunu da demek gerekirse Dehriyye’nin İslam Felsefe düşüncesi maddi olayları ön planda tutup akılın her şeyden üstün olduğunu, manevi olarak bir yaratıcının olmadığını ve bizi oluşturan dehr(zaman) dikkat eidlmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Tabiiyye Ekolü
Bu ekolün adından da çıkaracağımız gibi tabiatçı bir felsefe düşüncesi vardır. Deist bir yaklaşım olan tabiye ekolü, Allahın varlığını kabul eder fakat peygamberleri ve din kurumlarını reddederler. Bu tutumu nedeniyle İslam düşünce tarihinde bir gelenek kurma imkânını bulamayan tabiatçı felsefe ekolünün temsilcileri Cabir b. Hayyan ve Ebû Bekir Razi olmak üzere iki temsilcisi literatürde yer almıştır. Cabir b. Hayyan, âlemin sınırlarının anlamının yolunun kimyasal analizlerden geçtiğini ileri sürmüş; bu sırların kötüye kullanabileceği kaygısıyla da düşünceleri gizemli ve mistik bir dilde ifade etmiştir. Kaleme aldığı çok sayıdaki eserlerinin az kısmı günümüzde ulaşmış ve tabiatçı/natüralist düşünür maddenin ana yapısının çözülebilmesi için ‘’Felsefe taşı’’nın keşfedilmesi gerektiğine inanmaktaydı.
Ebû Bekir Razi için İslam dünyasında Cabir b. Hayyan gibi başarılı çalışmalar gerçekleştirmiş. Ebû Bekir Razi Batılılar ‘’Rhazes’’ diye anmakta ve Tıp tarihinin önemli simaları olan Hipokrat ve Galen’den sonra tıp ilmine yaptığı önemli katkılardan dolayı Razi’ye ‘’Arapların Galeni’’ unvanını kazanmıştır. Ebû Bekir Razi âlemin var oluşunu ‘’beş ezeli ilke’’ ile açıklamıştır; yaratıcı(Tanrı), nefis(ruh), heyula(madde), hâlâ(mekan), ve dehr(zaman) kavramlarıyla açıklayan Razi, akıl gücü ve adalet duygusu sayesinde iyi-kötü, doğru yanlış, güzel-çirkin, faydalı-zararlı ayrımını yapabilecek donamında ve eşit konumda yaratılan insanların bir peygamberin rehberliğine ihtiyaç duyulmadığını söylemektedir. Razi’nin iki yüzü aşkın sayıdaki eserlerinden tıp ve ahlakla ilgili olan çok azı günümüze ulaşmıştır. Ahlak anlayışı çalışmalarında örnek gösterilecek olursa, Bir tabip olarak Rey valisi Mansur b. İshak için kaleme aldığı kitabına et-Tıbbü’l Mansuri adını veren Razi, bu eserin valinin beden sağlığının ahlaki olgunlukla tamamlanabileceği söylemiştir. Tabiiyye ekolünün İslam Felsefesi tabiatçı/natüralist anlayışı vardır.
Meşşâiyye Ekolü
İslam düşüncesin en yaygın ve kadrosu da en tanıdık olan Meşşâiyye ekolü Aristo’cu geleneğe sahiptir. İsimlere bakacak olursak Kindi, Farabi, İbn-i Sina ve İbn Rüşd yer almaktadır. Eflatun’un eserlerinden de yararlanmış olan meşşaiyye filozoflar Eflatun ve Aristo’yu uzlaştırma çabası içinde olmuşlardır. Bunun tek istinası olan en büyük Aristo yorumcusu İbn Rüşd’tür. Yöntem olarak Aristo’dan yararlanan bu filozoflar, Tanrı-Âlem ilişkisini farklı şekillerde yorumlamışlardır. Kindi toktan yaratmayı savunurken, Farabi ve İbn-i Sina bu ilişkiyi Yeni Eflatunculuktan etkilenerek sûdur teorisi yani buna taşma da diyebiliriz açıklamışlar, İbn Rüşd ise sürekli sürekli yaratma nazariyesini gündeme getirmiştir. Hepsi de akılcı/rasyonalist olan meşşai filozoflar vahiy, peygamberlik ve din olgusunu tanıdıklarından teist felsefeyi ve akıl ile naklin/felsefe ile dinin uzlaştırabileceğini savunmuşlardır.
İhvân-ı Sâfa Ekolü
- yüzyılın ortasında Basra merkezli gizli ve siyasi bir örgüt şeklinde yapılanan İhvân-ı Sâfa’nın (Temizlik Kardeşleri) kimlerden oluştuğu ve gerçek amaçlarının ne olduğu bilinmemektedir. Ancak geride bıraktıkları metinlerde bu gurubun Bâtıni-İsmâili eğilimler taşıdığı ipuçları bulunmaktadır. Görüşleri elli bir risaleden oluşan ve Resâiü İhvâni’s Sâfa cehalet, batıl inanç ve sapkın ifadelerle kirletildiğini düşündükleri dinin ancak felsefe ile temizleneceğini savunan İhvân-ı Sâfa, insanlığın kurtuluş, huzur ve mutluluğu felsefeleşmiş din ile sağlanabileceğini ileri sürer. Gnostik yaklaşımı benimsediklerinden, onlara göre dinin biri cahil halk kitlesine, diğer yüksek bilgi ve irfan sahibi seçkinlere dönük iki yüzü vardır. Bununla bağlantılı olarak bir yandan harf ve sayılar sembolizmini kullanırken diğer yandan da Aristo mantığını önemseyen ihvân, kozmolojide sudûrcu, tabiat felsefesinde Aristocu, ahlakta mistik geleneği izleyen eklektik bir sistem kurmuştur.
İşrâkiyye
12.yüzyılın sonlarına doğru Şehâbeddin Sühreverdi tarafından kurulan İşrakiyye ekolü, mantıki kanıtlama ve akıl yürütmenin gerçek bilgiye ulaştıramayacağını, hakikatin ancak mistik tecrübe yöntemiyle bilinebileceğini ileri sürülmüştür. Aristocu Meşşailere karşı Eflatuncu bir istem geliştiren Sühreverdi, İbn-i Sina ve İbn Tufeyl’in eserlerinden büyük ölçüde yararlanmıştır. Ayrıca hermetik ve gnostik geleneklerden de beslendiği açıkça görülen düşünür, Hikmet’ül-İşrâk adlı eserinde uzun süre uğraştığı bilgi sorununu ancak rüyasında Aristo’nun ‘’çözümlü nesneler dünyasında değil kendi özel dünyasında araması ve özüne dönmesi gerektiğine dair tavsiyesi sayesinde çözdüğünü anlatır. Böylece Sühreverdi, felsefe ile tasavvufu kaynaştırıp özdeş hale getirmeyi amaçlıyordu. Âlemin var oluşunu sudûr teorisiyle izaha çalışan düşünür, Farabi’nin kullandığı ‘’akıl’’ yerine ‘’nur’’ terimini yerleştirir. Varlık hiyerarşisinin en üstünde Sühreverdi’nin ‘’nurların nuru’’ veya ‘’kutsal nur’’ dediği Tanrı vardır ve diğer varlıklar belli bir sıra düzeni için ve sudûr yoluyla meydana gelirler. İşrâkiyye ekolünü devam ettirenler, Şehrezûri, Kutbüddin-i Şirazi, Celaleddin Devvani, ve Molla Sadra gibi düşüncelerdir.
Sözlerimi İslam Felsefesi açısından bir düşünürün sözleriyle bitirmek isterim;
‘’İnsanın ruhu kandil, bilim onun aydınlığı ve Tanrısal bilgelik de kandilin yağı gibidir. Bu yanar ve ışık saçarsa o zaman sana ‘’diri’’ denir.
İlginizi Çekebilir: Nöropsikoloji Nedir?
İçerik hizmetlerimiz için iletişime geç!. Gençliğin gücüyle firmalara değer katma arzusuyla..